Biyografi filmlerini diğer türlerden ayıran en önemli
özelliği bizi gerçeklikten koparmaması ve hali hazırda yaşadığımız evrende
geçmesidir. Seyirci bu dünyada yaşayan veya yaşamış kişinin ve çevresinin
hayatına derinlemesine bir giriş yapar ve tanıklık eder. Bu sayede daha önce
algılayamamış veya duyarsızlaşmış olduğu konularda hayatın acı gerçekleri ile
karşılaşır. Kişi, “vay be dünyada neler varmış” gibi cümlelerle şaşkınlıklarını
ve gözyaşlarını gizleyemez. Bir de bu “gerçek” hayatı yakından bilenler için
film daha farklı anlamlar taşır. Onların hayatları bu şekildedir ve bunu bir
yönetmenin bakış açısından beyazperdede gözlemleme şansı bulur. Bu yüzden
biyografi türü filmler sadece basit bir film değildir. Hayatın gerçeklerini
üzerlerinde taşırlar, bireylerin veya toplumun sıkıntılarına ışık tutarlar.
Tom Hanks’in beyazperdede ölümsüzleştirdiği Andrew Beckett
işinde oldukça başarılı bir avukattır. Kariyerinde yükselişe geçtiği bir
dönemde işten çıkarılır. İşten çıkarılmasının sebebi şirkete göre işinde
yaptığı bir hata –ki burada sabotaja başvuruluyor– ve son dönemdeki tavırları
iken Andrew’a göre derisindeki lezyonların gözükmesiyle birlikte AIDS’li
olduğunun anlaşılmasıdır. Bu olay mahkemeye taşınır. Denzel Washington’ın
oynadığı Joe Miller ise bu davada Andrew’in avukatı olarak mahkemede yerini
alıyor. Joe homofobik bir karaktere sahip fakat adalete olan tutkusu onun
Andrew’in avukatı olmasına olanak sağlıyor.
Filmin yönetmeni Jonathan Demme mahkeme sahnelerinde ortaya
başarılı bir iş çıkarmış. Ancak filmin adının Philadelphia olması insanın
beklentilerini daha farklı yönlere çekiyor. Şehir temalı sekansları çok az
görüyoruz. Daha çok manzara görüntüsü seyircinin atmosferin içine daha iyi
girmesi açısından iyi olabilirdi. Philadelphia eşcinsel insanların çok olması
ile bilinen bir şehirdir. Mahkemeyi bütün şehrin ilgilendirmesi neticesinde
filmin bu ismi alması ise çok mantıklı bir karar.
Filmin en başarılı kısmı oyunculuklardan bahsetmek gerekirse;
Figüranlarından başrollerine kadar bütün oyuncular işini layıkıyla yapmış. Yan
rolde Antonio Banderas başarılı bir oyunculuk ile görevini tamamlamış. Tom
Hanks’e özellikle ayrı bir vurgu yapmak gerekir. Oyunculuğu ile filmin
kalitesini doğrudan artırmayı başarmış. Yan rollerdeki diğer isimlerin de
Andrew’a karşı olan oyunculukları olması gerektiği –gerçek hayatta böyle çünkü–
gibi olmuş. Ona “acıyan” gözlerle bakmaları seyirci tarafından kolaylıkla
hissediliyor.
Cinsiyetçilik olgusu toplum düzenine tamamen zarar veren
gereksiz bir şeydir. Cinsiyetçiliğe maruz kalanlar için zaten zarardan başka
bir getirisi yoktur. Hayatlarını kendi hallerinde yaşayamazlar, hep bir baskı
hissederler. Cinsiyetçilik yapanlar ise bu uğurda hayatlarında değişimleri
tercih ederler. Şirket sahibi en iyi çalışanını kovarak kendi iş hayatını
olumsuz yönde etkileyebilir. Philadelphia filminin senaristi Ron Nyswaner bir
eşcinsel olarak hiç yabancılık çekmediği bir bakış açısından cinsiyetçiliği
etraflıca aktarmış. Filmde yanlış anlamalara da sebep olabilecek can alıcı bir
nokta var. Cinsel hastalığın değil cinsel tercihin ayrımcılığa uğraması
önemlidir. Bir başka AIDS’li insan kovulmamıştır çünkü virüsü cinsel ilişki
sırasında değil hastanede kan nakli sırasında kapmıştır. Yani filmde asıl
vurgulanan AIDS’li insanlara uygulanan ayrımcılık değil, eşcinsel insanlara
yönelik yapılan acımasız ve dışlayıcı tavırlardır. Tom Hanks’in bulunduğu pek
çok sahnede gözlemlenebildiği gibi, Andrew Beckett kendi tercihlerinden gurur
duyan ve asla utanmayan bir duruş sergiler. Bu kısım çok önemlidir çünkü
insanların yapması gereken şeylerdir bunlar. Çünkü Andrew her ne kadar diğer
karakterler —bakışlarına göre konuşacak olursak— aksini düşünse de “insan”dır.
“Philadelphia” bu perspektiften aktarımı başarılı bir film olarak
hafızalarımıza kazınıyor ve adeta topluma ayna tutuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder